ÖTEKİLEŞTİREMEDİKLERİMİZDEN MİSİNİZ?
31 Ocak 2014 Cuma
ÖTEKİLEŞTİREMEDİKLERİMİZDEN MİSİNİZ?
Nerede şimdi kapısının önünde komşularıyla çekirdek çitleyen teyzeler? Görmek mümkün değil. Devir değişti. Devir insanı ötekileştirdi. Eskiden komşuluk kavramı vardı. Şimdi çocuklar komşuculuk oyunu bile oynamıyor. Çünkü artık öteki, beriki var. Berikilerden değilsen ötekisin. Ve bir öteki her zaman güvenilmezdir. Bir öteki kötüdür. Seni kıskanır. Ayağını kaydırmak için çalışır. Ötekinin işi gücü yoktur ya zaten, seni hayatının en önemli noktasına koyar. Duvarlarına boy boy
posterlerini asar. Her gün o posterlerin önünde yemin eder; ‘‘ Seni geçeceğim.’’
diye…
Yeni nesil paylaşmak
nedir bilmiyor. Arkadaş kavramının yerini, çocukta küçük yaşlardan itibaren rakip kavramı alıyor. Çocukların çoğunun ilk
cümlesi; ‘‘ Büyüyünce doktor olacağım.’’ oluyor. E aile bunu duyunca daha bir seviyor çocuğunu. Gururla gülümsüyor. Çocukta bilincine işliyor. ‘‘ Doktor olmak güzeldir. ’’ diyor. Yaş büyüdükçe seviye değişirse, çocuk kibarca ayvayı yiyor. Hedef doktorluktan tıbbi dökümantasyona
kadar inebiliyor. Altı yıllık bir eğitimden bahsedilirken, konu komşuya gururla
gülümsenirken, hedef 2yıllığa düşünce, aile de ‘‘ Elalem ne
der? ’’ derdine düşüyor. İnsanlar zamanla
kendilerinden çok başkalarını tatmin etmek için yaşar oluyor.
İnsanoğlu farkında değil. Devir insanları beriki sınırlarına
kapatmaya hızla devam ediyor. Diğerlerini ötekileştirmek için elinden geleni yapıyor. Millet sırf adı okumak olsun, elalem rahatlasın diye üniversiteli
olunca işsizlik artıyor. İşsizlik arttıkça rekabet artıyor. Rekabetin ödülü ekmek olunca insan çıldırıyor. Çıldırdıkça beriki sınırlarını daha da daraltıyor. Kendi kendini güdülüyor: ‘‘ Kendinden başka kimseden fayda yok, bırak etrafını sen önüne bak. ’’ diye… Devir insanı yalnızlığa
mahkum ediyor. Dayanışmaya tahammül edemiyor. Etrafta ötekileştirmediği tek bir kul görmek istemiyor. Bu yüzden çok cazip görünümlü kampanyalar yapıyor. Önce gülümseyerek soruyor: ‘‘ Siz bizim ötekileştiremediklerimizden
misiniz? ’’ diye. İnsanoğlu da hiç düşünmüyor sonunu. Bir mahcup oluyor. ‘‘Vay efendim nasıl
bugüne kadar ötekileşmedim? ’’ diye kendini yiyor. Sonra VIP sandığı sistemde sırtına yediği kırbaçlara boyun eğiyor. Siz hala onların ötekileştiremediklerindenseniz, lütfen durun. Bir adım daha atmayın. Çünkü burada insan
kendini unutuyor.
30 Ocak 2014 Perşembe
PARTNERSİZ YAPILAMAYACAK 5 ŞEY
PARTNERSİZ YAPILaMAYACAK (5) ŞEY
Düşünüyorum da, ( ‘Öyleyse varım.’ esprisini yapmayacağım.) bazı durumlar var ki; ‘Beni tek başına yaşayamazsın.’ diye bağırıyorlar sanki… ‘Hangi durumlarmış onlar?’ diyecek olursanız, birkaç tanesine değinelim.
Mesela; büyük bir tek taş yüzüğü, gösterişli yapan bir partnerdir. Alan değil, yanlış anlaşılmasın. O zaten almıştır, görmüştür; e muhtemelen içine de oturduğu için, yüzüğü taktıktan sonra, hayatının kalan evresinde –verdiği miktarı hatırlamamak adına- görmezden gelecektir. Burada bahsettiğim partner, bir arkadaş olabilir. Efendime söyleyeyim, bir akraba olabilir. Aslında çok kişi bu durumdaki partner rolüne girebilir. Yeter ki, ‘ Şunu uzatabilir misin? ’ cümlesi kurulabilsin; bol el uzatmalı olanından… Partnerimizin bu soru karşısında neyden bahsettiğimizi anlamaması, soruyu yinelemeye sebep olması, yüzüğün sahibi için çok daha tatmin edici olacaktır. Kimse görmedikten, kimse o gözlerini yuvalarından çıkartmadıktan sonra, o tek taş yalnızca bir tek taştır. Basittir. Kafam kadar da olsa iğne ucuyla eş değerdir. Değil mi ama? :)
Bir diğer durum, MFÖ konseri… Hayal edelim: Açık havada, yıldızların altında… Ve tabi ki, ılık bir bahar akşamında… Tatlı tatlı rüzgar esiyor, özgür bıraktığınız saçlarınız yüzünüzü okşuyor. Gülüşünüzde MFÖ ezgilerinin sarhoşluğu… Şarkılara eşlik ediyorsunuz; kah gülerek kah duygulanarak… Anılarla dans ediyor, içinizi çekiyorsunuz. Başınızı yana eğiyorsunuz tam yaslanacaksınız, hoop yana yuvarlanıveriyorsunuz. Eee, o konsere bir başınıza giderseniz böyle yuvarlanırsınız tabi… Boş çünkü yanınız. İlla karşı bir cins olsun demiyorum. Sevgiliniz varsa, alt komşunuz Şadumar Teyze ile gidin de demiyorum. Ama bir sevgiliniz yoksa, bir sevgili adayı –hatta aday adayı bile- yoksa, en azından kankanızla gidin. O bilir zaten sizi… Çaktırmaz, bozuntuya vermez. Kankadır çünkü… Belki hafiften başınızı bile okşayabilir. Sonrasında siz kendinize gelirsiniz zaten. Uzun lafın kısası, MFÖ’ ye de partnersiz gidilmez. Partnerin kim olduğunun da pek bir önemi yoktur aslında… Omzu olsun, bizim olsun yeterli… :)
Ay, bir durum var ki… Tadından yenmez… Hani biri gelir öyle bir laf söyler ki; hatanızı yüzünüze vurmaktan haz alarak… Sindirirsiniz, tam kendinizi ifade etmek için ağzınızı açarsınız ki, ‘O’ arkasını döner ve gider. Ağzınızda, içinize çektiğiniz bir tutam hava boşluğu ile kalakalırsınız. Nefesinizi dışarı veremeden ağzınızı kapatırsınız hani… İşte o an… Tam da o an yanınızda biri olmalı a dostlar. Yanaklarınızın gökkuşağı gibi renkten renge büründüğü o an, mutlaka biri olmalıdır. Bu biri; arkadaşınız olabilir, akrabanız olabilir, tanıdığınız herkes olabilir. Hatta tanımadığınız biri bile olabilir. Yeter ki o biriken kelimeleri savurabilin… Eğer tanımıyorsanız da, yaşlı bir teyzeyi tercih edebilirsiniz. Yaşlılar duygusal olur, şefkat gösterir. He eğer, o lafı, efendime söyleyeyim çölden bozma tenhalıktaki bir ortamda yediyseniz, o zaman partneriniz küçük bir tekme savuracağınız bir taş parçası, boş bir kola şişesi bile olabilir. :)
Bir başka durumsa, maç izlerken yaşanan gol sevinci anı… Bu da partnersiz yaşanılası bir duygu değil bence… Bence diyorum; çünkü o coşkuyla siz hiç tanımadığınız birine sarılabilirsiniz, tercih meselesi… Şahsen ben; bol itmeli kakmalı, ses tonunun oktavının ölçülemediği, son derece hayvansı duygular yaşanılan o anda yanımda tanıdığım birileri olsun isterim. Gerek halaya girişelim, gerek hüloğ çekelim, gerekse sevimli küfürcükler eşliğinde bir sevgi çemberi oluşturalım… Yeter ki bir tanıdığımızla birlikte olalım, birbirimizi o sevinçle köyümüzün yağmurlarında yıkayalım… Ama tek başımıza olmayalım. O çığlıkları atıp, bir başınayken anlamsızlaşan o hareketleri yaptıktan sonra utana sıkıla –kimse gördü mü diye- etrafı süzmeyelim. :)
Hani bazı tatil günleri vardır; negatif enerji sizden sorulur. Melankolinin dibine vurmuşsunuzdur. Her şey üst üste gelmiştir. Hayat size yamuk yapmıştır. Yorganınız -hava soğuksa- en iyi dostunuzdur. Neden sizi bulmuştur? Kahretsin’dir… İşte öyle bir günde, bakkala gitme mecburiyetiniz varsa –ki bu cephede savaşmaktan bile zormuş gibi gelir o an insana-, negatif enerjinizi seve seve bağrına basan diz izi olmuş pijamalarınızı genelde çıkarmazsınız. Saçı başı hesaba katmıyorum bile… Ekmeğin yanında aldığınız çikolatayı kemirerek eve dönerken, karşıdan bir canlı türü gelir ki… İnsan hemcinsi olduğunu kabul etmekte zorlanır. Sizin aksinize o kadar bakımlı, o kadar kaşlar yay, o kadar gözler eyelinerlıdır ki; utanırsınız… O, ayağındaki topuklularla, burnu bulutlarla akran, size doğru gelirken; sevimli, küçük, canısı bir taş tanesi ba(ğ)yanın ayağına dolanır da, kaldırıma secde etmesine sebep olur ya… İşte o an… Ah, o an… Çok iyi değil midir ya? Buradaki partnere gelecek olursak, kahkaha atmamak için dudaklarınızı ısırırken, burun deliklerinizle güldüğünüzü anlayacak biri olmalıdır etrafınızda. İyi gelir o an size. O da burun delikleriyle selam eder gülüşünüze. Yalnız olmadığınızı anlarsınız. Hayat belki biraz güzelleşmiştir. Belki güneş bulutların arkasından selektör yakmıştır, belki şurada da küçük mutlu çalılıklar vardır. Kim bilir? :)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)